Avrupa Kalesi’nde Yeni Sömürgeciliğin Yeni Yasaları – Şeyma Saylak & Bala Ulaş Ersay
Publishing Date: 01/02/2024
Published by: Göçmen Sendikası Girişimi

Evrensel insan hakları anlatılarının ilk ortaya çıkışı 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan ve Batı tarihyazımında “Aydınlanma Çağı” olarak bilinen döneme kadar uzanmaktadır. John Locke ve Jean-Jacques Rousseau gibi Batı burjuvazisinin sözcülüğünü üstlenen düşünürler, tüm bireylerin doğuştan sahip olduğunu öne sürdükleri, bireyler ve toplumlar arasındaki eşitliği vurgulayan fikirleri ile Batı düşünce tarihinde kendilerine yer bulmuşlardır. Liberal siyaset felsefesinin temellerini atan bu düşünürler, bireylerin yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkı başta olmak üzere belirli doğal haklara sahip olduğunu savunmuşlardır.
18. yüzyılın sonlarındaki Amerikan ve Fransız Devrimleri de evrensel insan hakları anlatılarının gelişim sürecinde önemli bir rol oynamıştır. Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi gibi belgeler, yakın geçmişe kadar yaygın olarak bireysel hak ve özgürlüklerin öneminin giderek daha fazla kabul gördüğünün bir yansıması olarak yorumlanmıştır. Ancak, yerli uluslara yönelik katliamlar, soykırımlar, tehcirler ve Transatlantik Siyah köle ticaretinin gölgesinde şekillenen evrensel insan hakları kavramının en çarpıcı özelliklerinden biri, bu hakların beyaz olmayan bireyler ve uluslar söz konusu olduğunda tamamen yok sayılmasıdır.
Evrensel insan hakları ortaya atıldıkları ırksallaştırılmış toplumsal rejimler bağlamında ele alındığında, bu yok sayma bir yol kazası veya bir uygulama hatası olarak görülmemelidir. Aksine, evrensel niteliğe sahip olduğu öne sürülen hakları ilk olarak 18. yüzyılda anayasalarına, daha sonra da 20. yüzyılda uluslararası hukuk metinlerine işleyen sömürgeci/emperyalist devletler, beyaz olmayan birey ve ulusların bu haklardan faydalanamaması adına ortaya attıkları bir takım söylemsel ve yapısal teknikler geliştirmişlerdir. Örneğin, Batı sömürge imparatorluklarında küresel kapitalizmin prototipini oluşturan “plantasyon rejimi”*, patronları beyaz işçilerin emekleri karşılığında ücret ödemek zorunda bırakırken, siyah kölelerden veya topraklarını işleyen yerlilerden çalınan emeği tamamen meşru kılmıştır.
Günümüzde özellikle savaş ve göç hukuku söz konusu olduğunda net olarak karşımıza çıkan bu Batı-merkezci ve beyaz-üstüncü ikiyüzlülük, farklı biçimlerde de olsa hâlen varlığını sürdürmektedir. 1951’de Cenevre’de imzalanan “Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme” ve günümüzdeki yaygın uygulanış biçimi bu durumun en belirgin örneklerinden biridir. 1951 Cenevre Mülteci Sözleşmesi, “ırkı, dini, uyruğu, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen” kişi olarak tanımlanan mülteci kriterlerine uyan bireylere koruma ve haklar sağlamak amacıyla oluşturulmuştur.
Sözleşme görünürde mültecileri uyruklarına bakmaksızın korumak üzere tasarlanmış olsa da, hükümlerinin uygulanmasının, özellikle Avrupalı mülteciler bağlamında, ırksal ve jeopolitik saplantılardan etkilendiği ileri sürülebilir. Tarihsel olarak, Sözleşme’nin Avrupalı mültecilerle ilgili olarak uygulanması, dünyanın diğer bölgelerinden gelen mültecilere kıyasla farklı düzeyde bir cömertlik ve sorumluluk bilinciyle hareket edildiğini göstermiştir. Avrupalı mülteciler tarihsel olarak Batı ülkelerindeki yaygın sığınma uygulamalarından ve altyapısından faydalanmışlardır. Buna, Avrupalı mültecilerin entegrasyonunu diğer bölgelerden gelen mültecilere kıyasla daha etkili bir şekilde kolaylaştıran sığınma sistemleri, hukuki yardım ve destek ağları da dahildir.
Sözleşme’de tanımlanan hakların evrensel olarak uygulanması gerektiği belirtilse de, tarihsel ve jeopolitik faktörlerin eşitsiz muameleye yol açtığını belirtmek gerekmektedir. Belirli grupların ırk, milliyet veya kültürel yakınlık temelinde korumayı daha fazla hak ettiği algısı, uluslararası mülteci koruma mekanizmalarının uygulanmasındaki köklü önyargıları ve sistemik sorunları yansıtmaktadır. Örneğin, son birkaç yılda AB üyesi devletler yüzbinlerce Ukraynalı ve Belaruslu göçmene sınırlarını açmışken, aynı dönemde on binlerce beyaz olmayan göçmen deniz veya kara yoluyla Avrupa’ya giriş yapmaya çalışırken ihmal veya doğrudan şiddet yoluyla hayatlarını kaybetmiştir.
Son yıllarda, bu eşitsizliklere ilişkin artan farkındalık ve eleştiriler, mülteci koruma ilkelerinin tüm bölgeler ve nüfuslar arasında daha adil ve ayrımcı olmayan bir şekilde uygulanmasına yönelik çağrılara yol açmıştır. Ancak, bu çağrılara insan odaklı bir çözüm üretmek yerine AB üyesi ülkeler sınır rejimlerini Türkiye, Tunus ve Libya gibi taşeron ülkelere emanet etmişlerdir. Bu ülkeler yalnızca AB’nin sınır bekçiliğini yapmakla kalmayıp, aynı zamanda göçmenlerden çalınan emek ve Batı’ya düşük maliyetli ihracata dayalı neo-sömürgesel bir plantasyon rejiminin geliştirilmesine önayak olmuşlardır.
Yazının tamamı;